21 Ekim 2009 Çarşamba

Yüreğime Ektim Seni

Saatler gece yarısını çoktan vurmuş, gün ömrünü bir sonrakine devirle meşgul.

Şafak söküyor...Eski mahalle fırınlarından yükselen buram buram ekmek kokusunu özleyerek kendimi sokağa atmaya yeltensem de ekmeği artık kapıya bıraktıklarını ya da marketlerden aldığımızı getiriyorum aklıma.

Sokakları süpürüyor Erkin Koray şarkılarının en bilindik öznesi olan emekçi grup.Başkalarının pisliğini temizlerken dahi dudaklarında bir ıslık, belki de ekmek götürebildikleri için evlerine.Belki de mahallelerinde hala fırın olduğu için...

Gözlerimin uykuya ihtiyacı var fakat cebelleşiyor beynim.Sanki uyumaması gereken narkozlu bir hasta gibi, sanki uyursa donacak olan bir tipi yolcusu gibi, sanki alkollü araç kullanır gibi.Sağa sola dönme nöbetlerimde devam ediyor sokakla birlikte kulağımın pasını da temizleyen ıslık.Uyumamaya söz vererek kapatıyorum gözlerimi.Gördüğüm resim ıslığın dümenini Beşiktaş İnönü Stadı'na kırıyor.

Lay lay lay lalalalaaaaaaaaaaaaaaay
Lay lay lay lalalaaaaaaaaaaaaaaaaay

Ulan iyi de 21.45'te değil miydi bu maç?

Daha 15 saat var oysa, şimdiden Dale ne ayak? Hem maç Almanya'da, ben İnönü'deyim...

Annem haklı galiba, genç yaşta kopardık kayışı.

Aç ulan gözlerini, aç.Dedik sana uyursan donarsın diye...

Hani sigara içmek sağlığa zararlı derler, hatta paketin üzerinde yasal uyarı kontenjanından yazılıdır.İşte onu diyenler böylesine bir anı yaşamamış olanlardır.Bak sigara içseydim yakardım şimdi bir tane.

Sigara mı, ne dedim ben?

Hayır, uyumuyorum...

Sen benim her gece efkarım
Gözümdeki yaşım
Sigara dumanım...

Anlaşıldı, bu gidişle gözkapaklarımla cebelleşmemin 85. dakikalarında falan Gündoğdu'yu söyleyeceğim.Uyumamak için havaya dikiyorum yastığı, yaslanıp tavana bakıyorum.Uykumu kaçırmak için acıktırsam kendimi, bu saatte açık çorbacı, ciğerci var mıdır ki?

Babam bilir bilmesine, ama gel de uyandır...

Baba, yıllar önce o stat köftesini yedirmesen, o gün Beşiktaş diye bağırmanın tadını almasam şu an uyuyor olacaktım.

Sitem cümlesi gibi algılandıysa düzeltelim, uykusuzluğuma teşekkürümdür.

Bir zamanlar okul için uyandığım saatlerde şimdi aklımı aldı siyah beyaz bir düşünce, uyuyamıyorum...

Büyümüşüm ben...

Daha dün gibi oysa sabahçılık zamanlarımda 21.45 maçları olduğu günün ertesi kalkamayışım.

Pazar maçlarını kaybedersek Pazartesi okulu kırışım, gitsem de mevzu çıkarışım.

Şikayet edilişim, nasihate çekilişim.

Yasaklanılışım...

Bir keresinde maç yasağı gelecekti neredeyse, sağolsun ders çalışmamı uygun görmüştü maç saatinde büyüklerimiz.

Fen Bilgisi dersinde radyo frekanslarına dair bir proje icat etmiştim kendime maçı radyodan dinleyebilmek için.En kısık seste kulağımı yapıştırarak -üstelik dışarıya da hevesle çalışıyormuş ve kendimden geçmiş izlenimi vererek- ve ara ver istersen tarzı sevecen yaklaşımlara tebessüm ederek dinlerken kısamadım kendi sesimi, karıştı frekansım maçı kaçak dinleyen haytayla.

Golllllllllllllllllllllllllllllllllllllll...

*****

Beşiktaş'a haşarı, Beşiktaş'a arsız, Beşiktaş'a sulugöz, Beşiktaş'a hayaller kuran Metin-Ali-Feyyazlı, mahallemizde fırın olan ve yağmur sonraları mis gibi toprak kokan, dizim kanamasa da Feyyaz gitti diye ağladığım bir dönemdi çocukluğum.

Müdür Bey'in okulun başka türlü dönmeyeceğini savunarak defalarca kez istediği aidat paralarını birkaç defa vererek geçen bir öğrencilikti benimkisi.Hatta aldığım başarılı karneleri çifte tarifeli ödeneklerime bağlayan da oluyordu şaka yollu.Oysa fazladan verilen o paranın sebebi sıraların üzerine Beşiktaş yazmamdı.

Benim defterlerim çok çabuk biterdi.Değişik şekillerde Beşiktaş yazdığım defter sayfalarını biriktirirdim sıranın altındaki zulada.Çoğu evden getirdiğim ekmek ufalanmasın diye üzerinde karnımı doyurduğum vasıfsız kağıtlardan sanardı onları, oysa ben kağıdın üzerinde yazanla doyuyordum, lâkin gel gör ki bir tek ona doyamıyordum.

Annem kızacak diye korkardım defter bitmeye yakın.''Çok uzun çıkarma özetleri, boş kullanma kağıtları'' diyecekti.Oysa gerçekten çok azdı boşa harcadıklarım, arada çocuklarla isim şehir oynardık işte, o kadar.Diğerleri boşa harcanmamıştı, üzerlerine Beşiktaş yazılmıştı.

Birşeyin üzerine Beşiktaş yazmak onu boşa harcamak olsa yüreğime yazmazdım ki...

Zaten yüreğim de kağıttan yapılmış uçak gibi tribüne atardı beni.Babamlar gider, bilet kuyruklarında yatarlardı.Yaşım küçüktü benim, büyüyünce gidecektim.Büyüdüm, gittim...

9-10 yaşlarında yağmurlu bir Ankara akşamında nasip oldu ilk vuslat.Bembeyaz formalarla karşımdaydı Beşiktaş.Beyaz bu kadar mı yakışırdı be abi...

2-1 yenilmiştik ve ben uğursuz gibi hissediyordum kendimi.Maç öncesi yediğim stat köftesinin acısı yerini hüzne bırakmıştı.Biz maça gelmiştik ve yenilmiştik.Bir abiye anlattım derdimi, kaşkolu vardı yüzünde.Soğuktan olsa gerek kıpkırmızıydı yüzünün açıkta kalanı ve bana hep maça gelmemi söyledi, büyük takım Beşiktaş vesselam...Ne de olsa yener bir dahakine.

Bir dahakinde yendik.Sonra yine, yine, yine...

Artık çakma Fen projeleri uydurmak zorunda değildim, nasıl olsa radyo kesmeyecekti.

O tribünde birşey vardı, içine çekiyordu insanı.Virüs gibi sarıyordu.Evde annene duyuramadığın sesini herkes duyuyordu orada sanki.Büyümüştüm ben bilet kuyruğunda yatmasam da.Bağırarak, haykırarak büyümüştüm...

Bolu Dağı'nı tanıyordum artık, İstanbul'un lodosuna tedbir alabilecek kadar temkinliydim.Maçı alırsak güzel gelirdi martıların sesi, alamazsak kuş uçmazdı Çarşı'da, yüzlerde hüzün hakim olurdu.

Kazan'ın önünde omzuma dokunup 'Vay kardeşim' diyerek 'çak' yapan arkadaşlarım olmuştu.Bu kez maç ertesileri okulu kırmıyordum fakat sesim kısıktı.

Şairler edebiyatta önemli yer tutan şahıslardı belki herkes için, ama bana sorarsan semtte bir park adıydı.İlk başlarda bağırmamamızı salık veren abileri eşeklik edip dinlemedik. maçta bağıramayınca anladık sonra...Şimdi ise bağıranlara maça saklamalarını öneriyorduk, büyümüştüm...

Evle okul birbirine çok yakındı, evden okula giderken bozuk zemine söverek çıktığım hafif rampaya hınçlanırdım.Sonra Akaretler gelirdi aklıma.İlk maçımda bana teselli veren ve bir daha rastlaşamadığım o abi gibi yüzüm soğuktan kızarmışken ve kaşkol bizim hesap sarılıyken yüzümde, dilimde Beşiktaş'ım Sen Çok Yaşa ile müdür yardımcısına az mı yakalanmadım...

Her balık sezonu açıldığında evimizin baş misafiri olurdu hamsi tava, istavrit, levrek...Hasbi miydi neydi o mekanın adı hani, çubuklu formalı abiler gülümseyerek içerdi.Dünyanın en güzel rakı balığı oradaydı ve ben de balığa ayıp etmemek için iki tek atar olmuştum, büyümüştüm...

Bu zaman yolculuğu iyi gelmişti vesselam.Uykum açılmıştı üstelik ve yüzümde benden habersiz bir tebessüm uyanmıştı.Saat yediyi çeyrek geçiyordu, biz bu saatlerde beklerdik deplasman otobüslerini elimiz cebimizde ve aslı otobüse saklanan tadımlık muhabbetlerle.Her ne kadar dikkatli olmam öğütlense ve ben bunu dinlemek zorunda olan bir öğüt çocuğu olsam da en azından evden maça gidecek kadar, Beşiktaş'a kavuşacak kadar büyümüştüm.

Uykusuz geçen bu zaman zarfında aslında sadece bir gece büyüdüm ben, oysa 22 senenin hikayesiydi.Sokak artık tertemizdi ve ıslık kesilmişti.Tek tük klaksonlar almıştı sessizliğin yerini ve televizyonlar sabahın körü haberlerine başlamış olmalıydı.

''Şampiyonlar Ligi'ndeki temsilcimiz Beşiktaş, bu akşam saat 21.45'te deplasmanda Alman ekibi Wolfsburg'la karşılaşacak.

Çocukluğumun radyo anlatımı yoktu belki, Beşiktaş gazhane tarafına değil de Köln Express gazetesinin matbaası yönüne doğru hücum edecekti ilk yarıda fakat heyecan aynıydı.Geçen zamanı canlandırırken gözümde, yanına her bir anıdan bir tutam nevale alan ruhum yola çıkmıştı çoktan siyah beyazla birlikte.İçimizi ısıtan deplasman çorbasını Optik abi değil de Beşiktaş söyleyecekti, ama o da görecekti Allah'tan...

Ve ben artık biliyordum ki her an kapanabilirdi gözlerim, onlar yenilse de Beşiktaş yenilmeyecekti.

İçimdeki umut tarlasının en çok mahsül veren yerine ektim en güzel aromalı aşk tohumlarını ve bıraktım kendimi nadasa.Artık uyuyabilirdim, uyanır uyanmaz formamı giyer ve büyürdüm.

Gözlerimi açtığımda gördüğüm Kartallar umutların boşa olmadığını gösterdiler.Gözlerinde inancı gördüm ve bir kez daha sevdi yüreğim.Mevzu Beşiktaş olunca hayat her daim fışkırırdı ve nitekim hasatımız iyiydi yine şükürler olsun.

Saat 6 suları, çok sürmez o ıslık duyulur yine.

Bugün de yok fırın ekmeği ama olsun.

Gözkapaklarım irademle boğuştuğu için değil, onlara mutlu bir kapanmışlık yaşanmak için uyuyabilirim şimdi.

Şimdi rahat bir uyku çekerim ve bil ki Beşiktaş, sensiz uykusuz kaldığım zamanlarda bile ben aslında yoluna umudumu dökerim.

Çünkü ben çok sevdim ve yüreğime ektim seni...

Bütün aşk şarkıları sana gelsin, yazılmamış olanlar da benden olsun.

Üstü kalsın Beşiktaş'ım, üstü kalsın.

Nasıl olsa seni üst limitsiz seviyorum.

17 Ekim 2009 Cumartesi

Siyah-Beyaz Bir Kongre, Bembeyaz Bir Sayfa...

Asil renklerimiz siyah ve beyazı hayatımızın her bölgesine uyarlama alışkanlığına bir yenisini daha ekleyelim dedik, döküyoruz yine içimizi sayfalara.Allah utandırmasın...

Pek de beyaz günler yaşamıyoruz, malumunuz.Elbette ki Beşiktaş büyüktür, elbette ki Beşiktaş ağır taştır ve bugünleri atlatacak gücü vardır.Takımla birlikte ve takımla bir bütün halinde büyük Beşiktaş taraftarı da bildik kimliğine bürünecek illa ki, umudumuz ve inancımız hep baki kalacaktır.

Şu anda içinde bulunduğumuz darboğazda ne lig, ne Avrupa, ne amatör branşlar, ne mali durum konuşulmakta.Çünkü saydığımız tüm bu unsurların bağlı bulunduğu yönetim, hiç şüphe yok ki Beşiktaş’ın şanlı tarihinin en basiretsiz, tutarsız ve vasıfsız yönetimidir.

Geçmişten bugüne Beşiktaş başkanlık makamına bakarsak gördüğümüz manzara, isimlerini duyunca tabir-i caizse destur denilen isimlerden ibarettir.İlk başkanımız Mehmet Şamil’den başlayarak süregelen bu alışkanlık Baba Hakkı ile birlikte simgeleşmiş, Süleyman Seba döneminde Beşiktaş’ın saygınlığı tavan yapmıştır.Fakat ne yazık ki böyle büyük isimlerin harç katıp bugüne getirdiği o miras Serdar Bilgili ile yara almaya başlamış, mevcut Demirören yönetimi ile de dibe vurmuştur.Üstelik ne acıdır ki en güzel örneklerini geçmişte gördüğümüz Beşiktaşlılık duruşu, en çok Demirören döneminde ağızlarda sakız edilip genel kurullarda edebi meze olmuştur.

Demirören yönetiminin icraatlarını (!) burada teker teker saymaya gerek yok, hepimizin çehresinde acı gülümsemeler bırakarak hatırlanacak kara günlerin baş müsebbibi olarak bu satırları okuduğunuzda film şeridi misali gözlerinizin önünden geçecek muhtemelen.Ama benim için köşe taşı olan birkaç maddeyi satırbaşı olarak vereyim hatırlatma amaçlı…

• Her fırsatta diline pelesenk ettiği Beşiktaşlılık duruşunu hiçbir zaman, şart ve alanda koruyamamıştır


• Bir Beşiktaş başkanı olarak makamının farkında olamamış ve Beşiktaş’ın havlu attığı bir sezonda bir ezeli rakibin şampiyon olması temennisinde bulunmuştur.Şu anda da bu camianın başkanıyla ahbap çavuş ilişkisi içerisinde olduğu aşikârdır.Üstelik bu camia Beşiktaş’a mazisinde en çok çelmeyi takan, hakkını en çok gasp eden Galatasaray camiasıdır.

• Mali, idari ve sportif açıdan Beşiktaş tarihinin en başarısız dönemlerini geçirmiştir.

• Bileğimizin hakkıyla aldığımız Türkiye Kupası’nı sanki yapılan bir iyiliğe vefa gösteriyormuşcasına zamanın federasyon başkanının babasına götürerek acabaları şanlı Beşiktaşımızın üzerine çekmiştir.

• PAF takımıyla maça çıkmak, masaya yumruğunu vurmak gibi birçok sözü sadece kelamda kalmış, Beşiktaş kamuoyundaki ağırlığını yitirmeye yüz tutmuştur.

• Son olarak taraftarı da karşısına almış ve yedi düvele nam salmış Beşiktaş taraftarının ismini ‘’temizlik operasyonu’’ kapsamında uygunsuz cümleler içinde kullanmıştır.


Özetle, hepinizin bildiği üzere Demirören döneminin Beşiktaş’a verdiği renk zifiri siyahtan başkası değildir.

Vaziyetin böyle olması Ocak 2010’da yapılacak kongreyi Beşiktaş için kaçınılmaz bir milat haline getirmiştir.6 yıllık Demirören dönemi boyunca sessizliğiyle eleştirdiğimiz muhalefet de uzun zamandan sonra ilk kez bu kadar kararlı ve zorlayıcı görünüyor göze üstelik.

Bazı oluşum arayışlarından sonra ortaya çıkan Murat Aksu bana göre sadece adaylığını değil, adamlığını ortaya koyarak bu gidişe dur diyebilmek için başkan adayı oldu bildiğimiz gibi.Şimdi her Beşiktaşlı’nın kafasında belli fikirler, belli sorular, belli şüpheler ve belli dilekler var.

Fakat taraftarın kongrede yapabileceği bir şey yoktur.Bu kongre aynı zamanda Beşiktaş kongresinin gerçekten Beşiktaş kongresi olup olmadığının sınanabileceği bir platform da olacaktır ayrıca.

Zira şu gün itibariyle hiçbir Beşiktaşlı Demirören yönetiminden memnun değilken –Allah muhafaza- kongrede sandıktan Demirören’in başkan çıkması Beşiktaş kongresinin de ne derece gerçek Beşiktaşlılardan oluştuğu hakkında derin soru işaretleri bırakacaktır.Bu pencereden bakarsak sadece sportif veya idari olarak değil, Beşiktaş genel kurulu için de bir başlangıç, bir beyaz sayfa şans ve ihtimali Ocak ayında bizleri beklemektedir.

Gerçek Beşiktaşlıların iştirak edeceği, paralı askerlere meydan vermeyen ve gerçek demokrasi ilkelerine göre yapılacak safkan siyah beyaz bir kongre, anamızdan emdiğimiz süt gibi helal, temiz, bembeyaz bir sayfayı Beşiktaş’a amade kılacaktır.

Beşiktaşlılık duruşu, Beşiktaşlıların sözünün geçtiği yerlerde belli olur.Atatürk’ün ‘’Türkiye Türklerindir.’’ sözünden hareketle diliyoruz, umuyoruz ve söylüyoruz ki Beşiktaş Beşiktaşlılarındır.

Beşiktaşlılık duruşundan bahsetmişken Demirören karanlığının yanına bir nebze ışık saçabilecek bir anekdot aktaralım.

Zamanın asbaşkanı Murat Aksu Tümer Metin’i ofisine çağırır.Kendisine gazetelerde çıkan Fenerbahçe’yle görüştüğü iddialarının aslını sorduğunda ‘’Evet başkanım, görüştük ama anlaşmadık.Benim hala ilk tercihim Beşiktaş.’’ cevabını alır.

Buna rağmen verdiği cevap çok manidardır.

‘’Beşiktaş futbolcusu başka bir takımla görüşüyorsa bizim için yapılacak bir şey kalmamıştır.Sana cüzdanınla mutluluklar.’’

Kimbilir, belki de unutulmaya yüz tutmuş Beşiktaşlılık duruşu budur.

Düstur bellidir: Siyah-Beyaz bir kongre, bembeyaz bir Beşiktaş…

11 Ekim 2009 Pazar

Ey Türk Gençliği! (Millenium Soccer Version)

Beşiktaş'a olan fanatikliğimizden çok sevdik futbolu, malum.

Belki de Beşiktaş için, Beşiktaş'ı izleyebilmek için tiryakisi olduğumuz bu güzel oyunla ilgili nerede ne var takip etmeye başladık ve bunu yaparken büyük zevk aldık.

Bazen paradokslar belirledik kendimize, kıyaslamalarda gezindik.

Evde, işte, okulda, kahvede hepimiz birer futbol otoritesi kesildik.

Oysa hiçbir işyerinde sakatlık raporlarını, ya da bir sınavda sağ açığı, sol beki sormuyorlardı.Biz bunları bilmeye kendiliğimizden meyilli ve gönüllüydük.

Farklı takımı tutanlarla farklı kitlelerden olmuştuk ve kendimizi tuttuğumuz takımlar üzerinden sidik yarıştırma misyonunun içinde bulmuştuk.

''Bizim Holosko sizin Carlos'un belini kırar.''

''Bizim Ernst bin tane Mehmet Topal eder.''

Fakat övünemeyeceğimiz bazı oyuncularımız da vardı maalesef.

Örneğin biri Alex dediğinde biz hiç ''Bizim Delgado....'' tarzında bir cümle kuramadık.Oysa Fenerbahçe Arjantin milli takımının 10 numarasına sahipken biz ''Hadi lan oradan, bizim Sergen Ortega'yı ikiyle çarpar, dörde böler, sekizle toplayıp paket yapar gönderir.'' diyebiliyorduk.

Zaman zaman rakip takımların ne iş yaptığı belli olmayan adamlarıyla dalga geçmek bize de nasip oluyordu. Biz Enke'yi, Maldonado-Josico ikilisini, Galatasaray'da kazmalığı tutan Frank De Boer'i bile...

Hatta 2 metrelik PVC boru işlevi gören Gökhan Zan'ı Galatasaray'da daha çok sevdik.

Keza ne iş yaptığı belli olmayan bir Tobias Linderoth var ki Galatasaray'a geleli 3 yıl geçmesine rağmen hatırladığımız 3 maçı bile yok zat-ı muhteremin.Böyle rakibe can kurban vesselam...

Size hiçbir zararı dokunmayan ancak ezeli rakibinizden senede yaklaşık 2 milyon doları indiren bir futbolcu.Örnek rakip dedikleri bu olsa gerek...

Basının yanlı olduğunu düşündüğümden pek gazete okumam, fakat bizim Forza'da bir haber ilişti gözüme.

''Galatasaray benim evim.'' demiş Linderoth.

Kaldı ki yattığı yerde o parayı babası bile vermiyor adama.Güzel yere atmışsın kapağı, helalin var Linderoth.

Seyrantepe, o tepe, bu tepe, şu tepe, TOKİ, buzlu raki, buzuki derken Galatasaray'a peşkeş çekilen bir dolu maddi ranttan sen de al nasibini, hakkındır.

Benim gibi üniversite bitirmeye çalışan, ardından da devlet kapısında iş kovalayacak olan yurdumun ''I have got a makus talih.'' modunda gezinen gençlerine de inceden inceden sırıt, ver ayarı.

Ben de buradan kendi yandaşlarıma sesleneyim.

Ey Türk Gençliği!

ÖSS, KPSS,DGS ve daha ne kadar S varsa koyver gitsin, uğraşma bu boş işlerle.

Ekle isminin sonuna bir 'ot' takısı, at kapağı sağlam bir cukka yuvasına, ekmek elden su gölden.

Muhtaç olduğun kudretin sende olmasına gerek yok.

Yurdumun bilimum kafası çalışmayan Ednan'larında mevcuttur.

NOT: Mecliste önerge verilip ''Kıyak Emeklilik'' yasası Tobias Linderoth adıyla değiştirilsin, baba da üniversitelerde tez haline gelip emeğinin ve ensesinin karşılığını alsın.

Aç gözünü Türk genci;

Linderoth ol, ot olma...

5 Ekim 2009 Pazartesi

Satlmış Karagümrük...

Şimdiden çok konuşuldu, yazıldı çizildi velhasıl kalemde ve kelamda iyi olduğumuz söylendiğinden biraz mürekkep ve biraz vakit de biz zayi edelim dedik konuyla alakalı.Sürç-ü lisanımız varsa şimdiden affola...

Delikanlı ağzıyla yazılmış dizelerin imam-hatip mezunu fakat ince bıyık yerine kirli sakal bırakmış, mahallenin bıçkın abilerine nispeten daha bir filinta görünümlü ve en azından gömleğinin üst düğmeleri ilikli, halk arasında yaygın tabirle ''efendi çocuklar'' tarafından okunmasının revaçta olduğu bir dönemdeyiz.

Zira Can Yücel'in, Necip Fazıl'ın ya da Nazım'ın bir kez okuyup bin kez düşündüğümüz dizelerinin yerini bu bıçkın ağız almış vaziyette ki kime göre, neye göre olduğu belli olmayan ''gençlik'' bile kendi isyanını, sevgisini, sevincini, hüznünü ifade etmek için bu dizelerden medet ummakta.

Bu akımdan ekmek yiyen bir şiir geliyor aklıma bugünlerde sık sık.Belki kızgınlığımdan, belki de sadece bir temenni.

''Karagümrük Yanıyor'' diyor şiirde...

Hikayeye göre taksici Ramazan, arabasına binip Karagümrük istikametine gitmek isteyen kıza yazılıyor.Kızın evini ocağını mıh gibi aklına çakıp sabah akşam tamponu ile müstesna 57 Chervolet ile kızın evinin önünde voltalara başlıyor.Kızımız da o zamanlar Dest-i İzdivaç ve muadili programlar olmadığından olsa gerek kovayı akarken doldurmak hesabı kısmet çıkmışken kaçırmamak, böylece mahallelinin ''Evde kaldı bu kız'' dedikodularına mazhar olmamak amacıyla Ramazan'ı boş koymuyor ve iki cilveyle zıvanadan çıkmasına vesile oluyor.

Ramazan arkadaşıyla kızı kaçırmak için kapıya dayandığı vakit koca bulma telaşı başına vurmuş olan Karagümrük kızı yemeği ocakta unutup zincirleme vaziyette perdelerin, evin, mahallenin, sonra da komple semtin yanmasına sebebiyet veriyor.Bu noktada Türk polisi mevzuya el atıyor ve olayın sorumlularını aramaya başlıyor, kabak da kızı kaçıran taksicinin başında paralanıyor.

Kız da pısırık çıkıp Ramazan'ın kendisini kaçırdığını ve semti de Ramazan'ın yaktığını söyleyince mapusluk taksimetresini gece tarifesinden açıyor Ramazan.İçerde standart kader mahkumları gibi incik boncuktan tesbih dizip bağlama neyim çalacağına şeytani kurgular peşinde geziyor.Delikanlılığa yediremediği için bu haltı işlediğini savunduğu mevzuda önce kızın evini sonra da Karagümrük'ü bu sefer cidden yakıyor ve bunun anlatıldığı şiir çok tutuyor.

Oysa kimse Ramazan'a ''Lan madem o kadar delikanlıydın, ekmek teknende velinimetin olan müşteriyi dikiz aynasından kesip sonra kızın evine yoluna bakmak delikanlılık kavramının neresindedir?'' diye sormuyor.

Ve kimse delikanlı semt olarak bilinen Karagümrük'te genç kızların neden arabasına bindikleri taksiciye iş attıklarını sorgulamıyor.Yani şiiri kimse anlamıyor ama mahalle ağzıyla ve mahalleden insanlarla süslendiği vakit güzelmiş gibi geliyor kulağa...

Karagümrük ismini ben -belki de İstanbul'da yaşamadığımdan- çocukken izlediğim Beşiktaş maçlarında kapalı alt tribündeki pankartta görerek öğrendim.Gün geldi, Allah bize o gıptayla izleyerek içlerinde olmayı hayal ettiğimiz kapalı tribünde maç izlemeyi nasip etti ve tribün hakkında asla ahkâm kesmeden naçizane üç beş birşeyler gördük, yaşadık.

Kapalı altta konuşlanan ve genelde -işletmeci tabiriyle birtakım insanların finansal sponsorluğuyla-, sokak jargonuyla ise kapalı alttan bilet alabilecek birilerine otlaklanıp askıntı olarak maça giren ve Beşiktaş maçına gelmelerine karşın üzerlerinde Karagümrük atkıları bulunduran bir tayfadır Karagümrüklüler.Genel olarak tribündeki alt düzey gelirini sembolize ederler.Semtlerindeki ülkü ocaklarından nemalanmışlıkları bir hayli fazladır, çoğu zaman maçla alakasız dolaylarda gezinseler de ütopyalarında her daim Beşiktaş tribünlerinde listebaşı olma fikri vardır.

Bazen öylesine dünya olurlar ki, takıma olan desteğiyle yedi düvele nam salan Beşiktaş kapalı tribününün, oradaki markalaşmış ismi ile çArşı'nın kemik tayfası kapalı üst kutu tabir edilen bölgeden ''Alt taraf alt taraf sesin çıksın alt taraf'' sesleri yükselir.

Evvelden beri bu adamların Karagümrük atkısıyla ve Beşiktaş yerine Karagümrük'ten 'semt' diye bahsederek İnönü mabedine gelmelerine ufak ufak alerjik kaşıntılarla geçiştirilmiş tepkiler veriyorken şimdi daha yazının başlığında Satılmış Karagümrük diyorsam bıçağın kemiğe dayanma noktası gelmiştir ki geldiğini de Cumartesi günkü Denizli maçında hep beraber gördük.

CSKA maçı dönüşü bazı rant çevreleri, havaalanında yumurtalarla karşılanan başkanımıza (!) gelecek olan tepkinin muhakemesini yapmış olacak ki birtakım talimatları gereken yerlere vermişti.Zira kendi stadına etrafında on tane korumayla gelen bir başkan düşünün.Maç başladığında ise bütün statta ''rantçı falan filan sıfatlarla tabir edilmeye çalışılan Çarşı da dahil olmak üzere'' hep bir ağızdan Yıldırım Demirören yeter sesleri duyuldu.

Durumun ciddiyetini bir kez de uygulanmasıyla idrak eden yönetim yandaşları önlem paketlerini açtılar ve içerisinden görsel olarak bir pankart, fiili olarak da şahsi ve münferit saldırılar çıkıverdi.

''2 kupayı unutma vefasızlık yapma'' pankartı açılmaya çalışılıyordu ki mevzu patlak verdi.İzleyenlerin Beşiktaş taraftarının içsel hesaplaşması ya da birbirine düşüşü'' olarak tanımlayabileceği bu anlarda aslında gerçek Beşiktaşlının satılmışlarla vermekte olduğu kavgayı izliyorduk hepimiz.Kendillerine göre iyi bir organizeyle ve kalabalık gelmiş bu grubun Beşiktaş'ın kurtuluşu için ''Yeter'' diyenlere baskın çıktığı sanıldı ve Beşiktaş taraftarının nabzını tutan Çarşı da Beşiktaş'ın iliğini kemiğini sömüren yönetimin yandaşı olma durumuna getirildi -ya da daha doğru bir tabirle böyle lanse edilmeye çalışıldı.-

Nitekim gelişen teknoloji ve naklen yayın olanakları sayesinde gördük ki arbedenin çıktığı grupta ne bir formalı, ne bir kaşkollu kısaca maç izlemeye gelmiş adam bulmak imkansızdı.Oraya niye ve ne karşılığı geldikleri belli olan bir grubun amacı belki ranta yataklık, belki yönetime destek, belki Beşiktaş'ın kurtuluşuna köstek ve belki de bütün deneme sınavlarının her daim en kılçık seçeneği olan ''D'' şıkkı ''hepsi'' ihtimallerine sağladıkları desteğin göstergesiydi Beşiktaş tribünlerinin Cumartesi akşamındaki hali.Nitekim kapalı müdavimi olarak niteleyebileceğim çoğu insana sorduğumda böyle bir pankarttan, destekten vs. haberi dahi olmadığını söyleyenlerle doluydu etrafım.Zira haberini maçtan sonra aldığım bir eylem de bu başıbozukluğun ve-veya rant çıkarcılığının Beşiktaşın son barikatı Çarşı'nın eseri olamayacağının muhakkak bir göstergesiydi.

Zira yüzde 80 gibi bir çoğunluğu sosyalist görüşlü bilinen bir tribünde birilerinin çıkıp ülkücü işaretleri yapmış olması o tribünde o gün bir başka düzenin yerleştirildiğine delildi.Nitekim maç sonlarında belki de yukarılardan birileri bu rantçı,maçla alakası olmayan ve menfaatsever tayfaya ''The Mission Completed'' demiş ve son 15 dakikada kapalı ve kutudan da tepki tezahüratları yükselmeye başlamıştı.Nitekim maç sonunda ''bizimkilerin'' işe ağırlığını koyduğu belli oldu ki hep bir ağızdan Gündoğdu söylendi. Ki ben bu anlattıklarımı gözümle görmesem bile inanırdım tarafında olduğum büyük Beşiktaş tribününe.

Çünkü zamanında ''Parayı Lidyalılar buldu, sosyete parayı buldu ama Çarşı'yı satın alacak para daha bulunmadı.'' diyen de, ortada hiçbir sebep yokken, üstelik tribünün avan noktasındayken ve yedi düvelce tanınan bir grupken -yani kısaca rantın dibine vurabilecekleri en güzel zamanda- kendine de karşı olup fesh hükmü veren de onlardı.Gün geldi döndüler karardan ve yeniden ayak bastılar tribüne, iyi ki de öyle oldu.

Şimdi bütün bunları bilip de bilmemezlikten, duyup da duymamazlıktan ve görüp de görmemezlikten gelen kim varsa şahsım adına destur deme sorumluluğunda hissettim kendimi.

Bu tribünün davası rant değil Beşiktaş'tır.

Bu tribüne edilen bir kinaye dahi yolunda can veren canlara (Optik Başkan, Hacıbaba, Ferdi abi, Alper abi, Pembe Hasan, Mühendis Oktay ve daha niceleri...) edilen hakaret, mukaddes kanlarına ihanettir.

Bunlar Beşiktaş'ı içten yıkma çabalarının mahsülüdür ve bugün birtakım kendini bilmezin çamur atmaya çalıştığı bu tribünler o içten yıkma çabalarına silleyi yapıştıracak son barikattır.

Herkesin ithamlarını ve bunları ederken sarfettiği sözleri dikkatli seçmesi, dilinin eremeyeceği yerlere müdahil olmaması dileklerimle...

Unutmayın;

Bu dalga da geçecek, Beşiktaş bugünleri de atlatacaktır.Sular durulduğunda ise Beşiktaş'ın peşinden giden ve davasını kovalayan yine bu efsane tribün olacaktır.Çarşı Cem abinin de dediği gibi Beşiktaş'ın güzel abilerinindir.

Oysa Karagümrük'te taksiciler müşterilerine yan gözle bakmakta ve kızları fingirdemektedir.Kimin delikanlı tarafta, kimin rantçı olduğu da çok açık ve çözünürlüğü yüksek bir resimdir.

Çarşı ruhu bedene olduğu gibi bu kküçük hesaplara da indirgenemez.

Hal böleyken yansın ulan Karagümrük, su veren itfaiyenin hortumunu elbet keseriz.

Tribünde ÇARŞI, hayatta BEŞİKTAŞ...

27 Eylül 2009 Pazar

Güle Güle Seyfo Dayı...


Yürekli adamlar neden canlarını hep yüreklerine teslim eder anlamam.

Birini daha uğurladık gitti işte.

Güle güle güzel insan, güler yüzlü kabadayı...

Güle güle Seyfo Dayı...


26 Eylül 2009 Cumartesi

Gözünü Sevdiğimin Golü...



Hayatımızın önemli bir bölümünü işgal eden tribünde tanımadığımız, bilmediğimiz birçoklarıyla yanyana, hatta omuz omuza hançereyi patlatıp bağırarak maç izlerken bir bakarsın sarmaş dolaşsın yine aynı tanımadığın, bilmediğin adamla.

Ama mantıklı sebeplerin vardır kendine göre, adam Beşiktaşlıdır ve bu bile seni onunla yarenlik etmeye, yoldaşlık etmeye teşvik eder.Sizi omuz omuza bağırmaktan alıkoyup can ciğer kuzu sarması haline getirense adını bile duyduğunda gülümseyebileceğiniz kadar kulağa hoş gelen, şirin bir hadisedir. ''Gol''

Öyle ki askerdeki abine ''Asker gel gel gel'' ya da surat asan sevdiğine ''Aşkım gül gül gül'' diye tempo tutmazsın da, mekanın İnönü ve sevdan Beşiktaş'sa şayet; sabah gözünü açar açmaz -özellikle maç sabahları- ''Kartal Gol Gol Gol!'' diye tempo tutup statta otuz binlik koroyla aynı senkrondan bağırmak muhteşem gelir.

Gol sadece 22 oyuncu ve onları seyredenlerin olduğu bir oyunda bir meşin yuvarlağın çim üzerine montajlanmış üç direğin arasından geçişi değildir.

Gol bazen yanındakine sarılma sebebi;

Bazen tüm haftanın stresini alan bir sevinç;

Bazen o gazla içindeki isyanı söndürmekten mütevellit bir küfretme vesilesi;

Bazen tam o anda televizyonun önünden geçen varsa ''Senin yüzünden golü kaçırdım.'' diyerek papaz olma sebebidir.

Aynı gol biz Beşiktaşlılar için bugünlerde özlem demek, hasret demek.

Tello'nun kalecinin soluna bıraktığı o güzel serbest vuruştan beri, tamı tamına 462 dakikadır göremediğimiz güzelliğin adı gol.

Yüreğimizin ta içinden istediğimiz ve söylediğimiz ''Kartal Gol Gol Gol'' 462 dakikadır boynu bükük ve cevapsız.

Şöyle ciğerden bir Gooooooooollllllllllllllllllll çekip ortalığı ayağa kaldırmayalı, kayışı koparmayalı çok oldu.

Bu Çarşamba diyorum; bitsin artık bu hasret.

Rusya'nın soğuk ikliminde ısıtsın içimizi Beşiktaş'ın golü...

Çarşamba'ya kadar dilimden düşmeyecek o desibel düşmanı ''Kartal Gol Gol Gol!''

Böyle zor zamanlarda kendini daha huzurlu hissetmek için uğur denemesi yapan, totem belirleyen herkese de ufak bir önerim var, ya da en azından ben maçı böyle izleyeceğim...

Reklamlarda gördüm, ampul yandı kafamda.Hani diyorum maçı izlerken ağzımız da tatlansa, totem de yerini bulsa...

Sonra Beşiktaş bir bir çaksa, hayat da bayram olsa...

Gol draje, bakkallardan isteyiniz...




Dostlar Meyhanesi

Ulan Rıza...

Ne hayallerimiz vardı oysa;

Totoyu bulunca dükkan açacak, adını Dostlar Meyhanesi koyacaktık.

Üstad Hayaloğlu'nun içinde ukde kalan, belki de satırlara böyle hasretle döktüğü mekandır Dostlar Meyhanesi.Kimbilir, belki şimdi gittiği yerde o kurmuştur çilingir sofrasını, oturmuş dostlarıyla aşk ediyordur inceden.Orada rakı var mı, yanına ince doğranmış beyaz peynir geliyor mu ya da balık sezonu açıldıysa şayet olta lüferinin tadına varıldı mı bilinmez, lâkin bunları yaşayabilmenin mümkün olduğu dünyamızda bile ne derece kurulur o meyhane tartışılır.Aslında zor olan dolu dolu dost bulmaktır.

Bir dostun varsa eğer, sırtını dayayabileceğin sağlam bir duvarın da vardır.Sen de en çok o keyifliyken keyiflisindir.En baba muhabbetlerse gün ışığının yavaş yavaş çekilip gözyaşlarının görünmezliğe kavuşabildiği anlarda dostun yanında, dostla edilenlerdir.

Gözyaşlarını özgür bırakabilirsin. Dost sana ''Erkekler ağlamaz'' demez; gözyaşı kaldıysa seninle ağlar.

Duvarlarını yıkabilirsin, yüreğini açabilirsin. Âşık Veysel'in sazına verdiği salık gibi gizli sırlarını aşikâr etmez dost.

Hesap sorabilirsin dostuna, neden böyle oldu diyebilirsin.

''Seninle bu acıları çekmemiş olsak bu adam gibi muhabbetlerin hiçbiri olmazdı.'' der dost. Derdinden şikayet etmez, dinlemeye gönüllüdür.Dert seninkiyle de bitmez, anlatmaya meyillidir.Sonunda aynı gözyaşını paylaşırsınız.

Sabahın saat 5'inde Optik Başkan'a ortak bir beste yapabilme heyecanını yüreğinize salandır dost.Defalarca denersin, olmaz. Rahat bırakmazsın adamı.Ne zaman beste bitecek, o zaman çalacaktır yat borusu.

''Lan oğlum bi çektir git, yarın bakarız.'' demez dost. Beste biter sabah 6 sularında.Tüm yüreğiyle eşlik eder sana...

Bembeyaz dünyandasın izliyorsun Beşiktaş'ı
Sensiz öksüz kaldı bak, ağlıyor Hindi Baba!
Acıktı kardeşlerin çık gel söyle bi çorba
Hayalin kapalıda,
Merhaba OPTİK BAŞKAN!

Adana-Urfa arası kebap rekabetinden Tatlıses-Fatih Terim arası hemşehri kızdırmasına uzanan, her gecenin sonunda muhakkak yüzünde bir tebessüm sebebi bırakandır dost.Genelde sabah saatlerinde uyunduğundan uyanıldığı vakit denk gelinmese de bu voltranın oluştuğu ender zaman dilimlerinde, memurların öğle yemeğini yedikleri bir vakit ''Abi, günaydın lan.'' diyerek kahkahaya sevkedendir dost. Gece güne dönerken sebepsizce Yumruklar Havaya! dediğin vakit Gündoğdu'yu çakabilendir suratına.Sevdiğin kızı anlatırsın; ''Abi kaçırsana lan, seviyorum de lan.''

En ufak bir mevzunu bile dikkatle dinleyendir dost.Gözlerin dolup ''Benden bu kadar'' dediğinde olmadık bir lafla yüzünü güldüren, senin gülmenle mutlu olandır.Anlattıklarını kitap gibi okuyup beş dakika sonra silen balık hafızalılardan değildir dost. Geçmiş bir mevzuyu anlattığında dahi kaçıncı baskı olduğunu sormaz.Cevabı senin de sevdiğin telden verir: ''Evet abi, iyi hatırlıyorum kendimi o gece.''

Kendine özgü şifrelerle anlaşabildiğindir dost, seni anlayabilendir. Başgandır, Macci'dir, Merdo'dur dost.Damacananın mizaha uyarlanmış halini sıkılmadan yâd edebileceğindir.

Sevdiğini bile anlatabileceğindir dost. Kilometrelerce uzakta bile olsa seninle aynı anda döktüğü gözyaşlarını paylaşandır. Helal edesi gelir zaten insanın.Mehmet abi çok baba adamdır.

Benim meyhanem de böyle bir yer işte, eyvallah ''Şerefe'' diyen herkese.

Bize Tekel yasak artık, o ayrı mesele :)

İyi ki varsınız dostlar...

Güzel Adam'ın Ardından

Yazmak, yazabilmek...Bunun için buradayım.

Yazabilmek için buradayken yazabilenlerin en güzelini anmadan geçmek olmazdı kuşkusuz, burası da birnevi onunla dertleşme, sizlerle söyleşme mekanımız olsun dedik çıktık yola.Vira Bismillah!

Sevmiyorum Temmuzları; güzel abilerimin Temmuz'da gitmeyi alışkanlık bellemesinden olsa gerek.Fakat her gidenin ardından matemli bir şarkı tutturan yüreğim Vedat Abi'ye bir başka yandı sanki.

Optik Başkan'da da böyle olmuştum ve hala aynı şarkıda hüzünlenirim onun için.

Bugün efkarlıyım açmasın güller;
Yiğidimden kara haber verdiler...

Güzel adamın ardından çocukluğuma da bir gölge düştü sanki.

Taa çocukluktan bu yana, üstelik Cin Ali okumaya koşullanmışken yaşıtlarım, yüreğindeki siyah beyaz sakalına vurmuş olan Vedat abimin yazılarıyla büyüdüm ben.En umutsuz anlarda bile onu okuduktan sonra gözlerimi kapatır, dalardım hayale.Belki bir gün ben de Güzel Adam gibi yazabilirdim kimbilir...

Sonra o kurban olduğum siyah beyaz sakal sabit kalırdı düşümde, lakin yüz değişir Yusuf Hayaloğlu oluverirdi.Onun gibi yazmayı da çok isterdim.

Hayat en nihayetinde bir ''Ah Ulan Rıza'' deme sebebi değil miydi?

20 Temmuz gecesi umutlarımın yoğun bakım ünitesinde hapsolduğunda Kaptan hala hayattaydı, uyandığımda ise artık benden çok uzaktaydı.Bilseydim uyanmazdım...

Hayat bu adamı bile bir günde alabilecek kadar şerefsiz ve kısaydı.

Ben bunu anladım ve ertesi gün treni kaçırmamam gerekmişcesine açtım yüreğimi birine.

Dedim ki: ''Hayat kısa ve kaybedecek vakit yok, seni seviyorum:''

Sen de herkesi severdin değil mi Güzel Adam?

Hatırladım da şimdi, hani bir Beşiktaşlı ağabeyimiz resim çekinmek istemiş seninle.

Demişsin ki: ''Ben Beşiktaşlı adamla fotoğraf değil, film bile çekerim.''

Ben de yüreğimde sen varken Kaptan, bu boşbeleş dünyayı bile çekerim.

462 dakika gol atamayan Beşiktaş'ı bile...

Özlüyorum seni kaptan...